Edebiyat metne, yazar kahramana dönüştüğünde…

Oylum Yılmaz

Mesele bir imza günüyle ilgiliydi. Çiçeği burnunda bir yazar olarak ilk imza günüyle ilgili endişelerimi, tedirginliğimi çok yakın bir arkadaşımla paylaşırken, O endişelerimi gidermek için bir başka imza günüyle ilgili bir anısını aktarıyordu bana… Fi tarihinde liseli öğrenciler olarak büyük bir kitap fuarına gidilmiş, o vakitler çok sevdikleri, dönemin popüler yazarlarından birinin kitapları satın alınıp fuar alanında neredeyse sekizler çizerek uzayıp giden imza kuyruğuna girilmiş. Kuyrukta ilerledikçe popüler yazarımızın yan standında yine imza için orada bulunan, fakat onun aksine, öyle uzun kuyruklar bir yana, karşısında imza isteyen hiçbir okuru olmayan “yaşlıca” bir yazar dikkatini çekivermiş. Duyarlı bir entelektüel olacağı o zamandan belli arkadaşım, işini bitirdikten hemen sonra yan tarafa geçip, vakur bir gülümsemeyle tek başına oturan “yaşlıca” yazarın kitaplarından birini satın alıp hemen orada imzalatıvermiş. İşte diyor telefondaki sesi dostumun, bu benim Vedat Türkali’yle ilk karşılaşma anımdır, umarım senin de yazarlık kariyerin boyunca imza günlerinde önünde hep yeller eser ve yüzündeki vakur gülümseme hiç silinmez…

don kişot

İçimde acınası bir derin kabulleniş… İyi bir yazar, gerçek bir edebiyat demek, okurdan, toplumdan yalnızlaşmak mı demek hep… Peki ya karşımda bir dilim frambuazlı pasta gibi duran yüksek satış rakamları, baskı üstüne baskı yapmalar, sosyal medya ortamlarında kurulan krallıklar- kraliçelikler, sayfa sayfa röportajlar, boy boy pozlar, edebiyat aracılığıyla güce, siyasete, iktidara ortak olmalar… Ve okur, hikayemi anlatmak için yanıp tutuştuğum, çalıştığım her anda yanımda, zihnimin içinde var ettiğim okur, ona ulaşma çabası, arzusu, umudu… Yalnız başına vakur bir gülümsemeye kurban mı ediyorum acaba onu, yoksa popüler kültürden, sermayenin tüm çirkinliğinden ikimizi de koruyor muyum? Deneyimsiz bir yazar olarak veremediğim bu sorunun cevabını eleştiride aramaya başlıyorum…

Hakiki sanat izlerkitleyi umursamaz”mı?!

Popüler edebiyatın tam karşısına oturttuğumuz, okurdan, edebiyat çevrelerinden ve genelde içinde yaşadığı toplumun ilgisinden azade yalnız yazar, yalnız edebiyat… Bu, şüphesiz ki bir edebiyat fenomeni. Hafife alınır yanı yok, bu fenomen yazara-şaire dair algımızı belirleyip yazarı-şairi ve edebiyatı popüler kültürün kirinden pisinden azade kılarken bir yandan da edebiyatımıza bizzat damgasını vurur. Söz gelimi Tanpınar’ı “sadece entelektüel ve yalnız başına” bırakır, Türkali’yi vakur bir gülümsemeye hapseder, Atay’ı “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” diye adeta haykırtır. Ya, beri yandan bu büyük yazarların başka türlü olması, haydi doğrudan söyleyelim, popüler edebiyatın yıldızları olmaları da beklenemez zaten.

Edebiyat eleştirisi alanında artık iyiden iyiye klasikleşmiş olan “Kurmacanın Retoriği”nde de Wayne C. Booth “Hakiki sanat izlerkitleyi umursamaz” diye bir başlık açarak bu fenomeni masaya yatırır. Booth’a göre yazarın okurunu düşünüp ona göre yazmasını açıkça öğütleyenler yalnızca çoksatar yazma kılavuzlarıdır. “Ciddi yazarlar arasındaki ağırlıklı moda, ayırt edilebilen her türlü okur kaygısını sanatın tertemiz yüzüne sürülmüş ticari bir leke olarak görmektir. Birisi çıkıp da ciddi yazarların kim olduğunu soracak kadar kabalaşırsa, cevap kolaydır: Okuru düşünerek yazdığını aklımıza bile getiremeyeceğimiz yazarlar!” Bu tür tumturaklı düşünceleri fazla abartılı bulsak da yine de söz konusu şüphenin iyi sebeplerinin varlığına dikkat çeker Booth, çünkü sanatçının yaptıklarını izlerkitlenin taleplerinin kontrol etmesi halinde sanata ne olduğunu çoksatar listelerine giren eserlerin her satırında görürüz. Bu noktada Virginia Woolf’un da altını çizdiği gibi okur, “konu bulması, komedi, trajedi, aşk hikayesi vs. tedarik etmesi için” yazarı esaret altına alan bir tirana dönüşür. Bu tiranı, piyasanın açlığını, popüler kültürü besleyen bir edebiyat kuşkusuz ki vardır, öyle ki dünya edebiyat uzamında ortaya çıkan çokuluslu yayın grupları ve edebilik görüntüsü veren uluslararası başarı kazanmış eserlerin yayıldığı geniş alan, bağımsız bir edebiyatın düşüncesini bile ne yazık ki şüpheli kılar. Ancak yine de mesele gelip aynı yere dayanır; yazarın bu beslenme şekli karşısında alacağı tavır. Ki, bu da bizi yepyeni bir tartışmaya götürür: Popüler kültürle, piyasanın rekabetçi ortamıyla baş ederek ya da bu piyasanın kurallarıyla oynayarak, iyi edebiyat yapılabilir mi? Bu sorunun cevabı ne yazık ki, reklamdan kazandığı paralarla sanat filmi çekmek kadar basit değildir.

pamuk_orhan-200505122

Kahraman yazar popüler edebiyata karşı

Başta da belirttiğim gibi popüler edebiyat piyasasına dair yönelttiğimiz tüm sorular bizi modern ve elbette özellikle postmodern edebiyatın temel kaygısına yöneltir. Türk romanına bakacak olursak yazar ve yazan kahramanların edebiyat geleneğimize damga vurması bile bu kaygının büyüklüğünü apaçık gözler önüne serer. Burada öne çıkan, kuşkusuz edebi geleneğimizin daha başlangıcında romanın eğitici bir tür olarak kabul edilmesi ve yazar figürünün sorumlu aydın figürüyle özdeşleşmesidir. Peki toplumsal bir misyon üstlendiği varsayılan sorumlu- aydın –yazar, popüler kültürün araçlarını kullanmadan topluma nasıl ulaşacak ve misyonunu nasıl sürdürecektir? Jale Parla, Türk romanında başkişi olarak yazar figürasyonlarını incelediği etkileyici çalışması “Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım”da, bu temel çelişkiyi edebiyat eserine dönüştürmüş ve yine bu anlamda sorunu sırtlanan yazarlara odaklanır. Görünen odur ki, yazarla kitle kültürü arasındaki mesafeyi, bizzat edebiyatın kendisi, mesele haline getirmiş, kahraman yazarlar aracılığıyla söz konusu mesafeyi aşmaya çalışmıştır.

Parla’ya göre edebiyatımızdaki yazar figürasyonları iki tür ya da iki tip altında toplanabilir. Başarılı, edebi ve entelektüel önderlik vasıflarıyla mükemmel olan yazar figürasyonlarıyla yapıtın ideolojik angajmanları önplana çıkar. Edebi ve toplumsal alanda istekleri gerçekleşmemiş, başarısız, yalnız, yabancılaşmış yazar kahramanlar ise romanda çok sık karşılaştığımız anti-kahramanlara tekabül ederler ve egemen değerleri tersyüz ederken bu değerleri oluşturan ideolojik yapıları irdeleyip estetik alanın sınırlarını zorlarlar. Parla eksik ve başarısız yazar karakterleri üzerinden bir Tanpınar ve Pamuk karşılaştırması da yapar ki, biraz önce sözünü ettiğimiz popüler kültür içinde iyi edebiyat yapmanın olasılıkları üzerinden de bir tür aydınlanma sağlar. Parla, Tanpınar gibi Pamuk’un da eksik yazar figürasyonuyla başkalaşım izlek ve imgelerini birlikte uygularken estetik, ontolojik ve politik bir duruş sergilediğinin altını çizmektedir. Ancak başkalaşım Pamuk’un karakterlerinde hem var olma hem de kaçma olanağı sağlar. Onlar sayesinde okur, iktidarla iktidarsızlığın birbirinden o kadar da farklı, birbirine zıt şeyler olmadığını düşünür. “Tanpınar yazarlık erkini yok etmek üzere başkalaşım imgelerini kullanırken, Pamuk, tam tersini yaparak yazarlık erkine sahip çıkmak üzere başkalaşım öyküleri yaratır. Hatta bu erkin siyasi erke bir alternatif olabileceğini, siyasetin sanattan öğrenilebileceğini bile ima eder.”

Şimdi, yapıtları bir kenara bırakıp, durup bir düşünelim, en azından yaşadığı zamanda görmezden gelinmiş, popüler kültürden de popüler edebiyat çevrelerinden de dışlanmış Tanpınar, onun edebiyatının içine sinmiş olan yalnızlığı, bir yazar-ünlü olarak Orhan Pamuk’a ne kadar da benzemez… Pamuk, popüler kültür içinde, bu kültürün tüm olanaklarını kullanan bir yazar modeli olarak kendini var ederken, acaba sorumuzun da cevabını vermekte midir? Eğer edebiyat çevreleri Pamuk’u net bir şekilde “gerçek edebiyat”a kabul etseydi ve Türk edebiyatının içinde Pamuk’un yanına bir yazar adı daha koyabilmiş olsaydık, cevabımız evet olabilirdi belki. Şimdilik “görece” müstesna bir örnek olarak varlığını sürdürmeye, bir kahraman olarak kendini yaratan, çok satan-çok kazanan, kendi iktidarını elde etmiş bir yazar modeli-umudu olarak yaşamaya, çoksatar yazar olma hayaliyle yanıp tutuşan popüler kültür kurbanlarının düşlerini süslemeye devam edecek gibi görünüyor, o kadar.

Poşlust krallığında yaşarken

Poşlust: ‘ucuz, sahte, sıradan, yavan, şatafatlı, zevksiz, kaba, abur cubur’. (…) Edebiyat poşlust’un en önemli mekanlarından biridir. Hile görünür cinsten olmadığında ve taklit ettiği değerler doğru ya da yanlış, sanatın, düşüncenin ya da duygunun en yüksek seviyesine ait sayıldığında, poşlust özellikle güçlü ve ahlaksızdır. Gazetelerin kitap eklerinde bu kadar poşlust bir şekilde eleştirilenler iş böyle kitaplardır –çoksatarlar, ‘dokunaklı, derin ve güzel’ romanlar (…) Poşlust sadece açıkça sıradan görünen şeylerden değil, ayrıca güya önemli, güya güzel, güya zeki, güya cazip şeylerden de doğar (…) Poşlust krallığında ‘zafere ulaşan’ kitap değil, ‘her şeyi, kitabın adını ve geri kalan ne varsa hepsini yalayıp yutan okur kitlesidir’.” Aslında bu satırların sahibi Nobokov da, popüler edebiyatın basitliğinden, cehaletinden ve ucuzluğundan yakınan bizler de postmodern edebiyat ortaya çıkana kadar haklıydık, desem yanlış olmaz herhalde. Hakikati yalnızca dolaşımda olanla bir tutan, dolayısıyla da medyayı ve teknolojiyi baş tacı eden postmodernizm “iyi edebiyat”a dair ürettiğimiz tüm değerler bütününü, kültür ve geleneği de alaşağı etmiştir çünkü çoktan beri. Edebi metinlere herhangi bir özel değer atfetmeyi reddeden ve her şeyin zaten bir metin olduğunu ileri süren fikir, biliriz ki postmodernizmin de merkez ilkesidir. Tabii postmodernizmin “temel ilke” sözünü de içinde erittiğini söylemeden geçemeyiz. Hal böyleyken, yani, hiçbir şey merkezi değilken ve edebiyat düşüncesi yerine metin fikrini dolaşıma sokarken yazarı da kişi olarak değil, edebiyat tarafından üretilmiş bir özne olarak yorumlarız.

Bu noktada edebiyatın popüler edebiyatla bir alıp veremediğinin kalmadığını düşünebiliriz ister istemez. Ama eleştiri de, kuram da, edebiyat da, bizi ve postmodern edebiyatı gün be gün yalanlıyor. Okurdan, izlerkitleden azade saf sanat yapıtına dair tumturaklı umutlar beslemiyor olabiliriz belki ya, yine de popüler kültürle baş etmeyi bir parça da olsa bilen, onun kanallarıyla bize ulaşmaya çabalayan anti-kahraman yazarları yaratmayı/ okumayı hevesle sürdürüyoruz. Çok, neredeyse haddinden fazla roman yazılmasını şüpheyle karşılasak da, bu eğilimin bizi bir gün zengin bir edebiyat ortamına kavuşturacağını umut ediyoruz. Şiire olan ilgi an be an sönerken birçoğumuz kitaplıklarımızın en mutena köşelerinde gönlümüzün büyük şairlerini yaşatmayı sürdürüyor, bir gün çıkagelecek çağın şairini bekliyoruz gizliden gizliye. Ve sermayenin hükümranlığında okuruna ulaşabilmeyi hayal bile edemeyen yazarlarımız, ticari bir proje çerçevesinde çoksatarlığa yönelen akranlarına rağmen, yazmayı sürdürüyorlar. Çünkü dışarıdan bakılınca görünen şeyin aksine, Ursula K. Le Guin’in de dediği gibi, ama gerçek, ama kof olsun edebiyat denen şeyin sermayeyi beslemesi, tam anlamıyla doyurması imkan dahilinde değil. Ve beklenen, ve istenen odur ki tüm o projelendirilmiş edebiyatın, ısmarlama eserlerin, yaratılmış yazar modellerinin gün gelip işe yaramadığının anlaşılması, para etmemesi, sermayenin kendi arzusuyla elini edebiyatın içinden çekip çıkarması… Dolayısıyla da tarihi bugünün iktidarlarını besleyen kostümlü bir resmi geçide, sanatı ve inancı şifreleme sistemlerine, ulusal kültürünü küresel kültüre yaranmak adına bir tür zavallılığa, bireyleri ise kişisel gelişim yolunda can veren karikatürlere çeviren, popüler edebiyatın sonunun gelmesi… O gün geldiğinde ironik bir şekilde postmodernizmin sonrasında postmodernizmin içinden çıkıverdiği söylenen o, küresel dünyayla baş edecek, savaşacak, dönüşüme uğramış, başkalaşmış mutant yazar düşüncesi de bizi terk edecektir muhtemelen ve edebiyat metne, yazar kahramana tam olarak dönüşüp her şey yeniden en başa döndüğünde hepimizi düşlerimizin bile ötesinde nice sağlam hikaye bekleyecek… Neden olmasın… (Notos Dergisi, sayı 34, Haziran-Temmuz-2012)

 

Kaynaklar

-Kurmacanın Retoriği, Wayne C. Booth, Metis, 2012.

-Postmodern Edebiyat Kuramı, Niall Lucy, Ayrıntı, 2003.

-Dünya Edebiyat Cumhuriyeti, Pascale Casanova, Varlık, 2010.

-Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, Jale Parla, İletişim, 2011.

 

 

Yorum bırakın

Filed under Bahçe dökümleri

Yorum bırakın