..… …….’ya BİR YAYIN TASARIMI

Bahçeyazı’da yepyeni bir Mahmut Temizyürek şiiri…

A13

                                                 Lütfen şiir gibi okunmasın!

I.

Bu görüşme son kez olsa da kabul be dostum
Sıkıcı olmamaya karar verdim.
Bakalım ne kadar başaracağım
önümdeki merteğe toslamamayı

Önce sizi görmek için
Sonra halimi gözetmek için
böyle düşünüp geldim
kaydım ama farkındayım her şeyin
söylemesi ayıp, dipdiriyim ve elbet için için…

Gazetelerdeki gibi bir işbölümü yeter başta
kayıp gezegen arayışı gibi bir işbölümü ya da
her şeye bir bakacak kadar komünal
çokluğu dolaşacak kadar tekil gayrı
hepsi de güne başlamanın son sözü
Akan bir ırmaktayız, hayat da sanal, aşk da,
ayrılık zaten sanal.

Denebilir:
Eğer bu komündensek
Çoktan öyle değil mi?
Tam değil, bence tam değil…

Herkes ekran başından, yanındaki bürodan
istiyorsa sıradan…
Çalışmak yok, 24 saat ayaktayız, tamam mı.
İstersek görüşebiliriz
birimiz fizan’dan birimiz can’dan
ama önce bir düşünelim
google tek küre bir yumağı geçti de
üstümüzde kişniyor üsküdar atları
Bolşevik çelikler paslandı çoktan. Babil’in,
aşağısı halk kadar geniş, üstü çıplak ve dar.

Çok küçük bir topluluk düşünelim:
Göndermeli bir kolektif
Uyarmayı, ayırmayı önsayan telif
Herkes her şey olabilir
Herkes herkes olabilir
zaten öyle değil mi
isteyen hemen ayrılabilir
lokomotif son durağa dayandı
makinistin tek harfi var, elif.

Dünya bu dünya kadarmış
üyelerinin her biri isterse likidatör
konspiratör, buldezer, dede ya da kocalmış
olsun, bazen öznel bazen babarar olur yol
tek yasası bu tüzüğün.

Bir koşulu daha var:
bir de bu metnin tuzu.
Böylesine küçük bir örgüt bütün istediğim.
Dağa çıkacak dermanım olsa derim
ordan da böyle söylemek isterim size
bu bahçede işler kolay, ama ben
ağacın üzerinde harfler gördüm diyorum size.

Herkes herkesin bildiği her şeyi isterse bilecek
ben böyle gitmekteyim mesela
harfleri çatarsam söyleyeceğim:
kapım açık
her şey apacık
mujiği de işçisi de
müjdesi de savaşı da
(o adlar ki mecazın hası)
aristokratı burjuvası
bugüne kadar nasıl yaşadıysa
ve daha nasıl yaşamak istiyorsak
o güne kadar,
değil mi ki aynı kökten olacağız,
imamımız da fahişemiz de
çağıralım herkesi gelsin düğüne.

Ne yaman öğretmenler buldum kendime dayı
ayıplısı, ayıpçısı, bilgesi, hovardası…
Atlı tanrıların belki de en budalası
ismet efendi gibi faşist değilim.
Böyle şeyleri yavaş, belki de çok yavaş
çıkıp hızla yavaş halka söylemeliyiz.
Bakın Babailere,
dağların başında harfler gördülerdi
Ellez balbalları, Hızır izleri.

Benimle konuşmak isteyen herkes her dilden yazabilir
bağırıp çağırabilir
yüzüme kapatabilir her şeyini
aşağılamasın yeter.
Yanıt veremiyorsam ve sen bekliyorsan
belki aramızda bu iyi bir nedendir
ve zaten öyle denmez mi
Hukuk herkesin yalnızlığına yetmek içindir.

(Bir dil erkek diliyse, buyurgansa
ya da gangam tarzı filansa
ayıplandığında gocunmamalı
yalnızca kadınlardan değil tepki
istiyorsa herkese kendi söylemeli
önce kendi kendine.
Yineliyorsa hatırlatmalı
bu örgütü herkes bilmeliyse
önce örgüt kendini bilmeli derim.
İstiyorsa polisler de bilebilmeli
zaten görüp göreceği uydular kadar, değil mi.

 

(şimdilik kimse bilmese daha iyi…)

II.
Başka bir konuma konuşmaya gerek yok
parantez boşluğunda buluşalım yeter
ama kaç kez biliyorum ki o zordur
kelime oyunlarına mecaz düşkünlüğüne benzemez
anında rezil eder içindeki o derin oyuk.

Parçalanışımızın tek yaması var bence:
özümüzden kaçmadan vazgeçmek.
Artık yeter diyenler buluşması ve bu gece
üç ya da beş kişi.
Ama kime ne diyebilirsin ki yoldaşlıkta
kimse kimseye slogan atmasın,
dil yok mudur yalandan arı ve tek hece.

İç yazışma zamanı önce dilde
Sen günü nasıl okuyorsun örneğin
ben nasıl okuyorum
Ben neden kâğıtta görmüyorum, gördüğün o harfleri.

 

Güvenlik paniği yaşamadan
havadan sudan sağdan soldan
Sınama-sınanma zamanı, gerek varsa, belki,
kim kimdir nerden gelir nere gider.
İçini dışını kim bezer:
sınatılma zamanı.
Biçem, ton, ölçüm yeter ama
kulağa hoş geliyorsa sınalt onu, bilirsin
herkes herkesi anında terk eder.

(Çok dağıldık, çok bekledik
çok söylendi çok yorulduk
Hakikatin inadını kabullenme zamanı.)

Benimse tek inadım şiirler.
Ne kadar biliyorsam bugüne kadar
hatta şu ana kadar,
yolunu yitirmeye çalışan selim bir kayıp
olmaya çalışan bir adam.
Yaşım elli sekiz,
toplanmaya ve nisanı beklemeye uğraşıyor,
öyle meşgulüm ki hiç bir şey yapamıyor,
bildiğim sözden bile uzaklaşıyorum.

İsterseniz başka kanıtlar da gösterebilirim
hatta yarına, ötesine ve daha sonsuza kadar.
Zaten istemezsen giderim
asla göstermem, belki biraz yalvarırım,
bunda ne var.

Bu şiiri de anlamadıysan görüşmeyelim.

(bir sonrasına geçmek için bu hadise hemen unutulacaktır.)
Ya da görüşmeyelim bir süre
ben istemiyorum ama siz isteyebilirsiniz
memnuniyetle, ama beni şimdilik yalnız bırakmayınız
ağacın üzerinde harfler gördüm diyorum yahu size.

Neden bu dil derseniz
İnanın artık böyleyim
ah öldü ya da
öldü kurtulduk diyebilirsiniz.
Ben sizi kolay kolay unutmam
ağrıtmam başınızı pek
başım üzerine yemin edebilirsiniz.

(buraya kadar.
bir sonrasına geçmek isteyen kısaca hissedip hemen unutmalıdır.)

III.
Ya da görüşmeyelim bir süre
ağacın üzerinde harfler gördüm diyorum size.

 

 

Yorum bırakın

Filed under Kış Hali

Çehov anlatır biz inanırız

Ceren Ünlü

Maksim Gorki, en yakın arkadaşlarından biri olan Çehov’la ilgili yazdıklarında, paylaştıkları birçok anının yanı sıra, Çehov’un gözlerinden bahsetmeden edemez. Güldüğü zaman gözlerinin çok güzel olduğunu ve hayatında böylesine içten gülebilen birini tanımadığını söyler, bir dostun tüm içtenliğiyle…

Подпись_Антон_Чехов

Çehov’un büyük bir bölümü yoksulluk ve hastalıklarla geçen kısacık ömründe canlı bir gülüşü korumuş ve yaşatmış olması umut vericidir. Ne var ki Gorki bunu hiç yazmamış olsaydı da, naif ve muzip anlarla örülü kitapları sayesinde yazarın gözlerini tahmin edebiliriz,  gökyüzünde kurulduğu yerden, burnunun üzerine düşmüş küçük ve sevimli gözlükleriyle hala Rusya’ya ve Rus insanına bakar halde.

Onu yazmaya iten sırları kim bilebilir ama hep anlatmaya çalıştığı gibi günlük yaşamın sıradan, sıkıcı zorlukları ve akışı içinde kader ağlarını örmüştür. Tıp fakültesinde okurken para kazanmak için yazdığı mizah dergileri, öykülerini yüz satırla sınırlamasını ister. Bunun kısa öykülerindeki sağlam yapıyı nasıl kurduğu üzerine eşsiz bir bilgi olduğunu düşünsek de, bu kısıtlama o günlerde yazarı canından bezdirmiş, yüz yirmi satır yazabilmek için isyan etmiştir. Kaderin oyunlarına inanmak için çok neden var. İster kısacık ister upuzun öykülerinde olsun kelimenin tam anlamıyla bir yazı emekçisi olarak peşinden koştuğu gerçekliği dil arada hiç yokmuşcasına hissettirir Çehov. Bundan böyle bir Rus bize pekala bir Türk’ü hatırlatır, neden olmasın Uzakdoğululara bakıp Rusları andığımız olur. Gücüyle, zaaflarıyla, duygusuyla Rus insanını yazdığından hiç şüphemiz yoktur oysa. Bozkır öyküsünde anlatılan o sapsarı yolculukta yıldızlarla parlayan düzlükleri gördüğümüzden şüphemiz olmadığı gibi.

Çehov’un bu dünyadaki yolculuğunu tamamlamasından yıllar sonra, ikinci dünya savaşının toplama kamplarından şans eseri kurtulan ve kitaplarında kamplarda yaşadığı yılları anlatan Jorge Semprun, gerçekliğin uydurulmaya, uydurmaya ihtiyacı olduğunu söyler, hakikat olabilmek için. Gerçekleri anlatmak eskitilmiş, bol keseden harcanmış anlamına rağmen delilik sınırında bir ustalık işidir çoğu zaman. Gerçekler inanılmazdır çünkü, Çehov bizi inandırmak için en çok mizahı kullanır, mizahla uydurur. Bir adamın safça hayallerine, bir kadının çocuksu entrikalarına, sonu gelmeyen yanlış anlamalara, iletişimin imkansızlaştığı anlara gülümserken öykü bir solukta biter, ama aklımızda dallanıp budaklanmaya devam eder her şey. Okuduklarımız can çekişen bir aristokrasiye, aristokrasinin karşısında ne yapacağını bilmeyen şaşkın bir burjuvaziye, hayallerinin bataklığına saplanıp kalmış serflere, yazarın kendi sözleriyle “en büyük sınavını tembelliğe karşı veren bir Rus toplumuna” dairdir aynı zamanda. Toplumsal sınıfların kökten sarsılmaya başladığı yıllarda belirsizlik içindeki toplumda değişimin ayak sesleri duyulmaktadır. 19. yüzyıl sonunda esen bu tedirgin rüzgarların orta yerinde yazar Çehov.

Moscow_19thCentury

Tumturaklı hallerden, sahnelerden uzak durmamızı ilk o söyler. Bu husustaki kısacık sözü tarihe geçer. “Yaşam nasılsa öyle olmalıdır, karmaşık aynı zamanda da basit.” Öykücülüğe bıraktığı sayısız miras arasında en değerlisi suskunluktur. Yazılmayan satırlarda, okur kendini ilk defa bu kadar özgür hisseder, anlamı yaratmada söz sahibi olur. Ruslar için en büyük dileği olan özgürlüğü kimseden sakınmaz zira. Bayağılığı, kabalığı yazar bıkmadan, fazlalıkları atar, hayatı temize çeker. “Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız” derken zihnin oyunlarını varoluşçulardan çok önce anladığını kanıtlar. Bize de son sözü ona bırakmak düşer:

“Yaşam korku vericidir, mucizelerle doludur; o nedenle Rusların ülkesinde anlatacağınız öykü ne denli korkulu olursa olsun, öykülerinizi haydut yuvalarıyla, uzun bıçaklarla, mucizelerle ne denli çok süslerseniz süsleyin, anlatacağınız öyküler dinleyiciler üzerinde olmuş şeyler gibi etki bırakır, belki yalnız okumuş yazmış kişiler size inanmadıklarını gösterircesine yan yan bakarlar, fakat onlar bile anlattıklarınıza karşı çıkmayıp susmayı yeğlerler. Yolun kıyısındaki haç, karanlığa gömülmüş yün denkleri, görünmeyen koyu enginlikler, ateşin başında toplanmış insanların pek de parlak olmayan gelecekleri… Topu birden göz önüne alınınca, öylesine ürkütücü, mucize dolu görünüyordu ki, uydurma olayların, masalların korku vericiliği bunların yanında soluklaşıyor, gerçekmiş gibi gözüküyordu.”*

Bozkır, Anton Çehov, Yar Yayınları

Yorum bırakın

Filed under Bahçe dökümleri

Çılgın Parti

Kış hallerinden bahar hallerine geçerken karlı ve “Ateş”li bir öykü…

its-snowing-claire-budden

Ceren Ünlü

Sarı sokak lambalarının altında burayı ilk defa görür gibiyim. İki saat önce yağmaya başlayan kar apartman girişlerini, kaldırımları ve sokağa park etmiş arabaları baştan yaratmış. Etrafı kaplayan bu örtünün her yerine ilk ayak basan ben olmalıyım. Herkes ister bunu. Karın uzayıp giden masumiyetini bir an önce dağıtmak istiyorum ve o yumuşaklığın içinde kaybetmek tüm ağırlığımı. İçimde öyle bir güç var ki sabaha kadar ileri geri yürüyebilirim bu sokağı, donmadan, yorulmadan, acıkmadan. Evden çıkarken aynaya baktım ve düşündüm, sık sık göğsüm daraldığı hatta bir türlü şöyle derin bir nefes alamadığım halde yanaklarım nasıl hala kırmızı? Bir de dudaklarıma Deniz’in kırmızı rujunu sürdüm, tam oldu, güzel oldu.  Gör beni Ateş.

Odamın penceresinden bakınırken o kadını dikizlemeseydim, belki atmazdım kendimi sokaklara. Onu küt kesim saçlarıyla düzenli, özenli ev eşyalarının arasında dolanırken izlemek sıkıntıma sıkıntı kattı. Kendimi onun yerine mi koydum, ona benzemekten mi korktum, kimbilir. Deniz’le dalgasını geçtik biraz. Sonra aniden içimden dayanılmaz, dalga dalga bir istek yükseldi. Böyle saçma sapan anlarım olur. Zaten tek sıkıntım bu, karşı dairedeki kadın bahane. En sakin zamanlarda anlatılamaz bir huzursuzluğun içine düşerim. “Deniz” dedim “ben çıkıyorum, artık dayanamıyorum, konuşacağım.” O, bu çıkışlarımı hep destekler. Bu nedenle ev arkadaşım. Yoksa nasıl baş ederdik can sıkıntılarımızla. Teyzesinin seksenlerde giydiği vatkalı parlak yeşil elbisesi üzerinde “hadi bakayım göreyim seni, evet, yeter artık” dedi. Sokaklara savrulmak için ihtiyacım olan, minicik bir destekti ve bu fazlasıyla mevcuttu onda. Fazla bir kızdır zaten. Okuldaki akılsızlar onun ettiği beklenmedik laflara yetişemediklerinde “deli işte” derler, çoğunlukla içlerinden, kuru bir gülümsemeyle.

Sokaktaki otomobillerden birinin buz tutmuş yan camını temizliyorum elimle. Saçlarım beremin altından omuzlarıma düşmüş. Bu iyi. İki sokak köpeği ve ben. Sadece bu kadarız. Genelde bu saatte kağıt toplayıcıları geçer sokaklardan. Peşleri sıra sürüdükleri kocaman el arabası dünyanın en hafif şeyiymiş gibi hızla, ayaklarını bir fren gibi kullanarak koşarlar, kimse yoksa bir türkü çağırarak. Geçen gelişimde toplayıcılardan biri kapı önündeki eski gazeteleri alırken gözlerini bana dikti, kocaman, soru soracak gibi. İkimiz de çok gariptik. Sokaktan başka insanlar da geçiyordu tek tük, bizim kadar garip olmayan. Vazgeçip geri dönmüştüm eve. Bu geceyse sanki bütün dünya beni izlemek için arabaların altına saklanmış gibi hissediyorum. Herkes, bütün evren Ateş’in dışarı çıkmasını bekliyor, çıktığında başlarını uzatıp sürpriz diye çığlık atacaklar. Şimdi köpekler ve ben, üçümüz de kopmuş bir kolyenin boncukları gibi sokağın orasından burasına savruluyoruz. Bakalım kim bulup toplayacak bizi.

Yılbaşı gecesi şu küt saç ne güzel toplamıştı herkesi.  Ayırmış, ütülemiş ve dürmüştü. Bence hiç sevişmemiş bir kadın o, hiç sevilmemiş, bir tek ateşli gece yaşamamış. Offf, yine ateş. Onun adı, hayatın anlamı sanki. Ateşe tapan toplumlar bu gerçeği görmüş olmalılar.

Deniz kimden öğrendi ki muskatı? Daha önce hiçbirimiz adını bile duymamıştık. O muskatla ilgili malumatı alır almaz baharatçıya gitmiş. Sonra da saat on ikiden önce herkesin dört gözle beklediği sıcak şarabın içine kimseye belli etmeden sekiz tane muskatı rendelemiş. Hiç olmazsa kendi içmese, gözlem yapsa üzerimizde, eğlense, ölen filan olursa ambulansı arasa, değil mi? Nerede onda bu duyarlılık, hepimizden çok içmiş olmalı. Bir saat sonra kıpırdamayamaz bir halde koltuklara yığılıp kaldık, halisünasyon görenler, gördüklerinden tırsanlar, histerik kahkahalar atanlar, dans ettiğini sananlar ve kusma faslı. Önce halılara, biraz banyoya, banyoya kadar gidemeyenler balkona ve balkondan aşağıya küt saçın beyaz otomobilinin üstüne… İki saat sonra çalan kapıyı sürünerek açtık. Böyle kariyer sahibi, yanından geçenlere varolmadıkları hissini yaşatan bakışları olan, ayarında seksi, her hareketinde kontrollü bir kadının ağzından böyle kontrolsüz sözler dökülsün…  Size de iyi seneler diyebildik, çarptık kapıyı. Sonra balkondan aşağı bir kova su boşalttık arabasının üzerine. Daha da çok bağırdı. Ertesi sabah ayrıntılı bir muskat araştırmasına giriştiğimizde öğrendik ki kararında kullanıldığında mide dostuymuş. Deniz çok şaşırdı. Şaşırtıcı bir bilgi gerçekten. Hayatın paradoksları buralarda gizli. Bir daha muskatın adını bile duymak istemiyorum.

“Evet planınız nedir hanımefendi?” En ifrit olduğum soru düzenli aralıklarla geçiyor aklımdan. “Bundan sonraki planlarım ne?” Bu sorunun üzerimdeki etkisi aşk acısını bastırabilir belki. Çünkü genelde hiçbir planım olmaz hayatımla ilgili. Yarınla ilgili, yaz tatiliyle ilgili, mezuniyetimle ilgili, en önemlisi de bu geceden sonrasıyla ilgili bir planımın olmaması. Ateş geçen gün elimden çeviri yaptığım kağıtları aldı, biraz göz gezdirdikten sonra “Hiç fena değilsin bu işte” dedi, şaka mıydı? Eğer çalışkan biri olsaydım bu durumun benim için önem kazandığı tek an, bu olabilirdi. Küçükken karıncalara ve çakıl taşlarına bakardım uzun uzun. Bir saat baktıktan sonra büyümeye başlarlardı ya da ben küçülür, karınca kolonisinin bir ferdi olurdum. İşte Ateş’e bakarken dünya öyle büyüyor, büyüyor, genişliyor, uzuyor. Hiç olmadığı kadar içine alıyor beni.

***

Mitolojik bir kahraman gibi çıktı apartmanın kapısından. Onun bedeninin çevresi bir gizem haresiyle sarılı. Yaptığı her hareket, her jest bana birer kitap yazdırabilir. Abartmıyorum, yazmaya da çalıştım gerçi, bunu yapabileceğimi gerçekten hissettim. Ama düşüncelerim öylesine uçuşmaya başladı ki, bir saatte bir cümleden fazlasını kuramadım. O da “Gecenin karanlığında yalnızlığım senin uzaklığınla şekilleniyor” gibi bir şeydi…

Yeryüzünde kimse bir apartman kapısını böyle vakur bir şekilde açamaz, kimseye eski bir sırt çantası bu kadar yakışamaz. Her perşembe gittiği geleneksel futbol maçı için tahminimden on dakika daha geç çıktı evden. Tesadüfe bakın ki tam da bu saatte buradan geçmekteyim.

“Ateeeeeeş!”

“Naber, ne arıyorsun burda? Partiden sonra toparlanabildin mi?

“Ah hatırlatma, iki gün kendime gelemedim. Nereye?”

“Sınıftakilerle maça. Sen?”

“Sezenlere gidiyorum, sıkıldım evde.”

“Söyle o ev arkadaşına bana bira borcu var, unutturmaya çalışmasın, uğrayacağım size bir ara. Geç kaldım maça, görüşürüz.”

“Uğra, film de izleriz belki.”

“Tamam, bere çok yakışmış bu arada.”

“Görüşürüz.”

Neden bu kadar kıkırdadım ayrılırken, içim kan ağlarken… Yok yok, yeri ve zamanı değildi. Belki de düşündüğüm kadar plansız biri değilimdir. Herhangi bir konuda başarısızlık düşüncesine katlanamıyorumdur. Kendine sadık olsan hiç korkmadan söylerdin, ister dalga geçsin, ister duymasın dediklerini. Her durumda acı var bu işin içinde hanımefendi. Ama yok, korkularım tarafından ele geçirilmişim. Ateş “Naber kız” dediği anda odağımı kaybediyorum, kayboluyorum. Hep Deniz yüzünden. O erkeklerle teklifsiz bir kanka muhabbetinde, ben kesinlikle arada kaynıyorum. Beni de onun gibi biliyorlar. Değilim, ne süslüyüm ne maç düşkünüyüm ne de komiğim, sadece aşığım. Deniz’le olan ev arkadaşlığımı bir kez daha düşünmeliyim, evet düşünmeli ve çaresine bakmalıyım bu işin.

Geri dönüş yolu uzayacak da uzayacak. Köpekler bile yok artık ortalıkta. “Bere çok yakışmış” Neden bunu söyledi ki bunu durup dururken. Sabaha kadar gözümün önünde… Saçları, gözleri, sırt çantası… ne çantası? Daha önce de bir kez denemiştim. Denemiştim ama şimdi karar verdim, başlamaya kararlıyım, tam zamanı.

Bizim sokaktaki Ali bakkal beklenmedik bir şekilde kapalı olduğu için bir aşağı sokağa yürümek zorundayım. Çenemin titremesine hakim olamıyorum artık. Hiç düşünmeden alıyorum sigarayı, onun içtiği markadan. Bize geldiğinde hangi filmi izlesek? Yüzüklerin Efendisi dersem hiç risk almamış olurum. O filmi reddedecek bir iradeye sahip olamaz, hem film dört saat sürüyor, dört saat yanımda oturacak.

Her nefes alışımda buz yutmuş gibi oluyorum, dumanlı, yakıcı bir buz. Başım fena dönüyor. Başta biraz melankoliktim sadece ama birkaç dakika içinde öyle bir anlamsızlık duygusuna düştüm ki kendimi tutamadan ulu orta ağlamaya başladım. Hayatımdaki her şey yarım yamalak.

***

Deniz zıplayarak koşuyor yanıma. Ağlayarak çıktığım iç karartıcı, pis merdivenlerin sonuna geldiğimde bütün kanım çekiliyor sanki bedenimden, Deniz ayakta zar zor durduğumu bile farketmiyor, farketmeyecek. Bakmadan nasıl farkedebilir? Bencilliği buradan belli. En gönül koymuş bakışlarımı arıyorum, boşu boşuna. Hiçbir şey sormuyor. Kapıyı kapattığım anda koluma yapışıp çekiştirerek odama sürüklüyor beni. Bana yılın bombasını gösterecekmiş. Yılın bombası benden başka ne olabilir ki?

Karşı dairedeki küt kafanın üzerinde kırmızı saten bir gecelik, sağ elinde bir şarap kadehi, kendi kendine dansediyor. Bütün hıncımla Deniz’e dalaşmak üzereyken duruyorum. Odada çıt yok. Şuh dansını geçtim küt kafayı ritm tutarken düşünmek bile yeterince zor.  Çift kanatlı salon kapısına dönük bedeni kıvrım kıvrım. Sonra olanlarsa bir anlık absürd bir rüya…

Sokağımızın harbi delikanlısı, nöbetçi bakkalı Ali nasıl oldu da o eve girdi? Bakkal Ali nasıl… Bir duvardan bir duvara savruluyorlar. Kırmızı gecelik tek hamlede çıkmak üzere. Küt kafa son anda kendini toparlayıp hızla pencereye yaklaşıyor, gözleri karanlık odamda ikimizi aradı buldu sanki. Deniz’le istemsizce geri geri küçük adımlar atıyoruz. Bilerek izletiyor bize kendini.  Sert ve küstah bir kol hareketiyle kapatıyor kalın kahverengi perdesini.

Birbirimize bir anlığına bakakalıp aynı anda çığlığı basıyoruz.  Hayat arada sırada sürprizler yapıyor galiba.  Hem de ateşli süprizler…

Yorum bırakın

Filed under Kış Hali

Edebiyat metne, yazar kahramana dönüştüğünde…

Oylum Yılmaz

Mesele bir imza günüyle ilgiliydi. Çiçeği burnunda bir yazar olarak ilk imza günüyle ilgili endişelerimi, tedirginliğimi çok yakın bir arkadaşımla paylaşırken, O endişelerimi gidermek için bir başka imza günüyle ilgili bir anısını aktarıyordu bana… Fi tarihinde liseli öğrenciler olarak büyük bir kitap fuarına gidilmiş, o vakitler çok sevdikleri, dönemin popüler yazarlarından birinin kitapları satın alınıp fuar alanında neredeyse sekizler çizerek uzayıp giden imza kuyruğuna girilmiş. Kuyrukta ilerledikçe popüler yazarımızın yan standında yine imza için orada bulunan, fakat onun aksine, öyle uzun kuyruklar bir yana, karşısında imza isteyen hiçbir okuru olmayan “yaşlıca” bir yazar dikkatini çekivermiş. Duyarlı bir entelektüel olacağı o zamandan belli arkadaşım, işini bitirdikten hemen sonra yan tarafa geçip, vakur bir gülümsemeyle tek başına oturan “yaşlıca” yazarın kitaplarından birini satın alıp hemen orada imzalatıvermiş. İşte diyor telefondaki sesi dostumun, bu benim Vedat Türkali’yle ilk karşılaşma anımdır, umarım senin de yazarlık kariyerin boyunca imza günlerinde önünde hep yeller eser ve yüzündeki vakur gülümseme hiç silinmez…

don kişot

İçimde acınası bir derin kabulleniş… İyi bir yazar, gerçek bir edebiyat demek, okurdan, toplumdan yalnızlaşmak mı demek hep… Peki ya karşımda bir dilim frambuazlı pasta gibi duran yüksek satış rakamları, baskı üstüne baskı yapmalar, sosyal medya ortamlarında kurulan krallıklar- kraliçelikler, sayfa sayfa röportajlar, boy boy pozlar, edebiyat aracılığıyla güce, siyasete, iktidara ortak olmalar… Ve okur, hikayemi anlatmak için yanıp tutuştuğum, çalıştığım her anda yanımda, zihnimin içinde var ettiğim okur, ona ulaşma çabası, arzusu, umudu… Yalnız başına vakur bir gülümsemeye kurban mı ediyorum acaba onu, yoksa popüler kültürden, sermayenin tüm çirkinliğinden ikimizi de koruyor muyum? Deneyimsiz bir yazar olarak veremediğim bu sorunun cevabını eleştiride aramaya başlıyorum…

Hakiki sanat izlerkitleyi umursamaz”mı?!

Popüler edebiyatın tam karşısına oturttuğumuz, okurdan, edebiyat çevrelerinden ve genelde içinde yaşadığı toplumun ilgisinden azade yalnız yazar, yalnız edebiyat… Bu, şüphesiz ki bir edebiyat fenomeni. Hafife alınır yanı yok, bu fenomen yazara-şaire dair algımızı belirleyip yazarı-şairi ve edebiyatı popüler kültürün kirinden pisinden azade kılarken bir yandan da edebiyatımıza bizzat damgasını vurur. Söz gelimi Tanpınar’ı “sadece entelektüel ve yalnız başına” bırakır, Türkali’yi vakur bir gülümsemeye hapseder, Atay’ı “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” diye adeta haykırtır. Ya, beri yandan bu büyük yazarların başka türlü olması, haydi doğrudan söyleyelim, popüler edebiyatın yıldızları olmaları da beklenemez zaten.

Edebiyat eleştirisi alanında artık iyiden iyiye klasikleşmiş olan “Kurmacanın Retoriği”nde de Wayne C. Booth “Hakiki sanat izlerkitleyi umursamaz” diye bir başlık açarak bu fenomeni masaya yatırır. Booth’a göre yazarın okurunu düşünüp ona göre yazmasını açıkça öğütleyenler yalnızca çoksatar yazma kılavuzlarıdır. “Ciddi yazarlar arasındaki ağırlıklı moda, ayırt edilebilen her türlü okur kaygısını sanatın tertemiz yüzüne sürülmüş ticari bir leke olarak görmektir. Birisi çıkıp da ciddi yazarların kim olduğunu soracak kadar kabalaşırsa, cevap kolaydır: Okuru düşünerek yazdığını aklımıza bile getiremeyeceğimiz yazarlar!” Bu tür tumturaklı düşünceleri fazla abartılı bulsak da yine de söz konusu şüphenin iyi sebeplerinin varlığına dikkat çeker Booth, çünkü sanatçının yaptıklarını izlerkitlenin taleplerinin kontrol etmesi halinde sanata ne olduğunu çoksatar listelerine giren eserlerin her satırında görürüz. Bu noktada Virginia Woolf’un da altını çizdiği gibi okur, “konu bulması, komedi, trajedi, aşk hikayesi vs. tedarik etmesi için” yazarı esaret altına alan bir tirana dönüşür. Bu tiranı, piyasanın açlığını, popüler kültürü besleyen bir edebiyat kuşkusuz ki vardır, öyle ki dünya edebiyat uzamında ortaya çıkan çokuluslu yayın grupları ve edebilik görüntüsü veren uluslararası başarı kazanmış eserlerin yayıldığı geniş alan, bağımsız bir edebiyatın düşüncesini bile ne yazık ki şüpheli kılar. Ancak yine de mesele gelip aynı yere dayanır; yazarın bu beslenme şekli karşısında alacağı tavır. Ki, bu da bizi yepyeni bir tartışmaya götürür: Popüler kültürle, piyasanın rekabetçi ortamıyla baş ederek ya da bu piyasanın kurallarıyla oynayarak, iyi edebiyat yapılabilir mi? Bu sorunun cevabı ne yazık ki, reklamdan kazandığı paralarla sanat filmi çekmek kadar basit değildir.

pamuk_orhan-200505122

Kahraman yazar popüler edebiyata karşı

Başta da belirttiğim gibi popüler edebiyat piyasasına dair yönelttiğimiz tüm sorular bizi modern ve elbette özellikle postmodern edebiyatın temel kaygısına yöneltir. Türk romanına bakacak olursak yazar ve yazan kahramanların edebiyat geleneğimize damga vurması bile bu kaygının büyüklüğünü apaçık gözler önüne serer. Burada öne çıkan, kuşkusuz edebi geleneğimizin daha başlangıcında romanın eğitici bir tür olarak kabul edilmesi ve yazar figürünün sorumlu aydın figürüyle özdeşleşmesidir. Peki toplumsal bir misyon üstlendiği varsayılan sorumlu- aydın –yazar, popüler kültürün araçlarını kullanmadan topluma nasıl ulaşacak ve misyonunu nasıl sürdürecektir? Jale Parla, Türk romanında başkişi olarak yazar figürasyonlarını incelediği etkileyici çalışması “Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım”da, bu temel çelişkiyi edebiyat eserine dönüştürmüş ve yine bu anlamda sorunu sırtlanan yazarlara odaklanır. Görünen odur ki, yazarla kitle kültürü arasındaki mesafeyi, bizzat edebiyatın kendisi, mesele haline getirmiş, kahraman yazarlar aracılığıyla söz konusu mesafeyi aşmaya çalışmıştır.

Parla’ya göre edebiyatımızdaki yazar figürasyonları iki tür ya da iki tip altında toplanabilir. Başarılı, edebi ve entelektüel önderlik vasıflarıyla mükemmel olan yazar figürasyonlarıyla yapıtın ideolojik angajmanları önplana çıkar. Edebi ve toplumsal alanda istekleri gerçekleşmemiş, başarısız, yalnız, yabancılaşmış yazar kahramanlar ise romanda çok sık karşılaştığımız anti-kahramanlara tekabül ederler ve egemen değerleri tersyüz ederken bu değerleri oluşturan ideolojik yapıları irdeleyip estetik alanın sınırlarını zorlarlar. Parla eksik ve başarısız yazar karakterleri üzerinden bir Tanpınar ve Pamuk karşılaştırması da yapar ki, biraz önce sözünü ettiğimiz popüler kültür içinde iyi edebiyat yapmanın olasılıkları üzerinden de bir tür aydınlanma sağlar. Parla, Tanpınar gibi Pamuk’un da eksik yazar figürasyonuyla başkalaşım izlek ve imgelerini birlikte uygularken estetik, ontolojik ve politik bir duruş sergilediğinin altını çizmektedir. Ancak başkalaşım Pamuk’un karakterlerinde hem var olma hem de kaçma olanağı sağlar. Onlar sayesinde okur, iktidarla iktidarsızlığın birbirinden o kadar da farklı, birbirine zıt şeyler olmadığını düşünür. “Tanpınar yazarlık erkini yok etmek üzere başkalaşım imgelerini kullanırken, Pamuk, tam tersini yaparak yazarlık erkine sahip çıkmak üzere başkalaşım öyküleri yaratır. Hatta bu erkin siyasi erke bir alternatif olabileceğini, siyasetin sanattan öğrenilebileceğini bile ima eder.”

Şimdi, yapıtları bir kenara bırakıp, durup bir düşünelim, en azından yaşadığı zamanda görmezden gelinmiş, popüler kültürden de popüler edebiyat çevrelerinden de dışlanmış Tanpınar, onun edebiyatının içine sinmiş olan yalnızlığı, bir yazar-ünlü olarak Orhan Pamuk’a ne kadar da benzemez… Pamuk, popüler kültür içinde, bu kültürün tüm olanaklarını kullanan bir yazar modeli olarak kendini var ederken, acaba sorumuzun da cevabını vermekte midir? Eğer edebiyat çevreleri Pamuk’u net bir şekilde “gerçek edebiyat”a kabul etseydi ve Türk edebiyatının içinde Pamuk’un yanına bir yazar adı daha koyabilmiş olsaydık, cevabımız evet olabilirdi belki. Şimdilik “görece” müstesna bir örnek olarak varlığını sürdürmeye, bir kahraman olarak kendini yaratan, çok satan-çok kazanan, kendi iktidarını elde etmiş bir yazar modeli-umudu olarak yaşamaya, çoksatar yazar olma hayaliyle yanıp tutuşan popüler kültür kurbanlarının düşlerini süslemeye devam edecek gibi görünüyor, o kadar.

Poşlust krallığında yaşarken

Poşlust: ‘ucuz, sahte, sıradan, yavan, şatafatlı, zevksiz, kaba, abur cubur’. (…) Edebiyat poşlust’un en önemli mekanlarından biridir. Hile görünür cinsten olmadığında ve taklit ettiği değerler doğru ya da yanlış, sanatın, düşüncenin ya da duygunun en yüksek seviyesine ait sayıldığında, poşlust özellikle güçlü ve ahlaksızdır. Gazetelerin kitap eklerinde bu kadar poşlust bir şekilde eleştirilenler iş böyle kitaplardır –çoksatarlar, ‘dokunaklı, derin ve güzel’ romanlar (…) Poşlust sadece açıkça sıradan görünen şeylerden değil, ayrıca güya önemli, güya güzel, güya zeki, güya cazip şeylerden de doğar (…) Poşlust krallığında ‘zafere ulaşan’ kitap değil, ‘her şeyi, kitabın adını ve geri kalan ne varsa hepsini yalayıp yutan okur kitlesidir’.” Aslında bu satırların sahibi Nobokov da, popüler edebiyatın basitliğinden, cehaletinden ve ucuzluğundan yakınan bizler de postmodern edebiyat ortaya çıkana kadar haklıydık, desem yanlış olmaz herhalde. Hakikati yalnızca dolaşımda olanla bir tutan, dolayısıyla da medyayı ve teknolojiyi baş tacı eden postmodernizm “iyi edebiyat”a dair ürettiğimiz tüm değerler bütününü, kültür ve geleneği de alaşağı etmiştir çünkü çoktan beri. Edebi metinlere herhangi bir özel değer atfetmeyi reddeden ve her şeyin zaten bir metin olduğunu ileri süren fikir, biliriz ki postmodernizmin de merkez ilkesidir. Tabii postmodernizmin “temel ilke” sözünü de içinde erittiğini söylemeden geçemeyiz. Hal böyleyken, yani, hiçbir şey merkezi değilken ve edebiyat düşüncesi yerine metin fikrini dolaşıma sokarken yazarı da kişi olarak değil, edebiyat tarafından üretilmiş bir özne olarak yorumlarız.

Bu noktada edebiyatın popüler edebiyatla bir alıp veremediğinin kalmadığını düşünebiliriz ister istemez. Ama eleştiri de, kuram da, edebiyat da, bizi ve postmodern edebiyatı gün be gün yalanlıyor. Okurdan, izlerkitleden azade saf sanat yapıtına dair tumturaklı umutlar beslemiyor olabiliriz belki ya, yine de popüler kültürle baş etmeyi bir parça da olsa bilen, onun kanallarıyla bize ulaşmaya çabalayan anti-kahraman yazarları yaratmayı/ okumayı hevesle sürdürüyoruz. Çok, neredeyse haddinden fazla roman yazılmasını şüpheyle karşılasak da, bu eğilimin bizi bir gün zengin bir edebiyat ortamına kavuşturacağını umut ediyoruz. Şiire olan ilgi an be an sönerken birçoğumuz kitaplıklarımızın en mutena köşelerinde gönlümüzün büyük şairlerini yaşatmayı sürdürüyor, bir gün çıkagelecek çağın şairini bekliyoruz gizliden gizliye. Ve sermayenin hükümranlığında okuruna ulaşabilmeyi hayal bile edemeyen yazarlarımız, ticari bir proje çerçevesinde çoksatarlığa yönelen akranlarına rağmen, yazmayı sürdürüyorlar. Çünkü dışarıdan bakılınca görünen şeyin aksine, Ursula K. Le Guin’in de dediği gibi, ama gerçek, ama kof olsun edebiyat denen şeyin sermayeyi beslemesi, tam anlamıyla doyurması imkan dahilinde değil. Ve beklenen, ve istenen odur ki tüm o projelendirilmiş edebiyatın, ısmarlama eserlerin, yaratılmış yazar modellerinin gün gelip işe yaramadığının anlaşılması, para etmemesi, sermayenin kendi arzusuyla elini edebiyatın içinden çekip çıkarması… Dolayısıyla da tarihi bugünün iktidarlarını besleyen kostümlü bir resmi geçide, sanatı ve inancı şifreleme sistemlerine, ulusal kültürünü küresel kültüre yaranmak adına bir tür zavallılığa, bireyleri ise kişisel gelişim yolunda can veren karikatürlere çeviren, popüler edebiyatın sonunun gelmesi… O gün geldiğinde ironik bir şekilde postmodernizmin sonrasında postmodernizmin içinden çıkıverdiği söylenen o, küresel dünyayla baş edecek, savaşacak, dönüşüme uğramış, başkalaşmış mutant yazar düşüncesi de bizi terk edecektir muhtemelen ve edebiyat metne, yazar kahramana tam olarak dönüşüp her şey yeniden en başa döndüğünde hepimizi düşlerimizin bile ötesinde nice sağlam hikaye bekleyecek… Neden olmasın… (Notos Dergisi, sayı 34, Haziran-Temmuz-2012)

 

Kaynaklar

-Kurmacanın Retoriği, Wayne C. Booth, Metis, 2012.

-Postmodern Edebiyat Kuramı, Niall Lucy, Ayrıntı, 2003.

-Dünya Edebiyat Cumhuriyeti, Pascale Casanova, Varlık, 2010.

-Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, Jale Parla, İletişim, 2011.

 

 

Yorum bırakın

Filed under Bahçe dökümleri